2011-01-09

Kürtlere özerklik sözü verildi mi?


Kürtlere özerklik sözü verildi mi?

Yıllardır bazı Kürt çevreleri Mustafa Kemal’in, Kürtlere özerklik vaadettiğini, ancak sonra bundan caydığını iddia ediyor. Hatta, son olarak insan haklarının gözüpek savunucusu avukat Eren Keskin, bu iddiayı tekrarladığı için yargılanıyor. Peki, Kürtler ve Eren Keskin haklı mı? Peşinen söyleyelim: Evet, haklıdırlar!

Kürtlere özerklik sözü verildi mi?

Yıllardır bazı Kürt çevreleri, Mustafa Kemal’in, Kürtleri Milli Mücadele’ye kazanmak için özerklik vaadinde bulunduğunu ancak daha sonra bundan caydığını iddia ederler. Son olarak insan haklarının gözüpek savunucusu avukat Eren Keskin bu iddiayı tekrarladığı için yargılanıyor. Üstelik Keskin’i yargılayan mahkemenin atadığı ‘bilirkişi heyeti’ (ki konuyla ilişkisi olan uzmanlar değiller) Mustafa Kemal’in böyle bir vaadi olmadığına dair rapor yazarak, Keskin’i mahkûm etmenin ilk adımını atmış durumdalar. Peki, Kürtler ve Eren Keskin haklı mıdır? Gelin birlikte karar verelim.

AMASYA PROTOKOLÜ • Özerklik vaadine değinen belgelerden bildiğimiz kadarıyla ilki (çünkü henüz gün ışığına çıkmamış pek çok belge var) Sivas Kongresi’nden hemen sonra hazırlanan Amasya Protokolleri (Buluşması, Mülakatı) diye bilinen siyasi metindir. Sıklıkla 22 Haziran 1919 tarihli Amasya Tamimi (Genelgesi, Kararları) ile karıştırılan bu belge, İstanbul ile Milli Mücadele kadrolarının bir uzlaşma girişiminin sonucu olarak 20-23 Ekim 1919 tarihlerinde hazırlanmıştı. 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında toplanan Sivas Kongresi’nden hemen sonra Mustafa Kemal, İstanbul hükümetinin Anadolu ile irtibatını kesmek için, Milli Mücadele’yi destekleyen posta-telgraf müdürlerini örgütlemiş, uygulanan haberleşme ambargosu sonunda işbirlikçi Damat Ferit Paşa hükümeti düşürülmüş, Kuva-yı Millicilere sempati ile bakan Ali Rıza Paşa yeni kabineyi kurmakla görevlendirilmişti. İlişkilerin normale dönmesini takiben İstanbul adına Bahriye Nazırı Salih Paşa ve padişahın başyaveri Naci (Eldeniz) Paşa ile Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adına Mustafa Kemal, Rauf (Orbay) ve Bekir Sami (Kunduh) paşalar ülke meselelerini, bu arada Kürt meselesini konuşmak için Amasya’da buluşmuşlardı. Nutuk'tan (TDK Yayınları, 1965, s.176-181) öğrendiğimize göre burada, üçü kayıt ve imzaaltına alınmış, ikisi gizli sayıldığı için kayıt altına alınmamış beş protokol hazırladılar. (Gizli protokollerde ne olduğunu hala bilmiyoruz.) Bunlardan Kürt meselesine değinen 22 Ekim 1919 tarihli İkinci Protokol’deki bazı ifadeler, 1960’lı yıllara kadar kamuoyundan özenle saklandı.

IRK HUKUKU • Gözlerden saklanan cümleler, aşağı koyu renkle (sadeleştirerek) gösterdiğimiz cümlelerdi: “Beyannamenin [Sivas Kongresi sonuç bildirisi] birinci maddesinde Osmanlı Devleti’nin düşünülen ve kabul edilen sınırının Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi kapsadığı ve Kürtlerin Osmanlı toplumundan ayrılmasının imkansızlığı izah edildikten sonra bu sınırın en asgari bir talep olarak kabul edilmesinin temini lüzumu müştereken kabul edildi. Bununla birlikte Kürtlerin gelişme serbestliğini sağlayacak şekilde ırk hukuku ve sosyal haklar bakımından daha iyi duruma getirilmelerine izin verilmesine ve yabancılar tarafından Kürtlerin bağımsızlığını gerçekleştirme amacını güder gibi görünerek yapılmakta olunan karıştırıcılığın önüne geçmek için bu hususun şimdiden Kürtlerce bilinmesi hususu uygun görüldü..."

Protokoldeki bu ifadelerin en önemli yanı Kürtlerin ‘ırk hukuku’ denilerek, onların farklı bir etnisiteden geldiklerinin Mustafa Kemal ve muhatapları tarafından kabul edilmesidir. Bu sözlerin Milli Mücadele’ye Kürtleri katmak için verildiği açıktır.

Bu sansürü gün ışığına çıkaran tarihçi Faik Reşit Unat Başbakanlık Arşivi’ndeki belgenin aslını 1961 yılında Tarih Vesikaları Dergisi’nde (S.18, s. 359-365) yayınladığında Kürtlerin bu tür tartışmalara girecek cesaretleri yoktu, çünkü siyasi açıdan çok zayıftılar. (Bu konuya ileriki bölümlerde değineceğim.) Ondan sonra da konu unutuldu. Son yıllarda Kürt aydınları ısrarla şu soruyu soruyor: İkinci Protokolün bu bölümleri neden gözlerden kaçırılmak istendi? Cevabı tahmin etmek zor olmasa gerektir.

FRANSIZ ARŞİVLERİNDEKİ BİR BELGE • Kürtlere ‘özerklik’ sözü verildiğine dair bir diğer iddia Fransız Arşivleri’nde çalışan Hasan Yıldız’a ait. Yıldız’a göre Koçgiri Ayaklanması’nı takip eden günlerde, Van, Mardin, Bitlis, Diyarbakır yöresindeki Kürtler 25 Kasım 1921’de ortak bir bildiri ile TBMM’den özerklik talebinde bulunmuşlardı. Halil Bey başkanlığındaki Kürt heyeti ile görüşmek üzere, Mustafa Kemal o sıralarda Türkiye’de bulunan Libyalı dini lider Şeyh Senusi başkanlığında bir heyeti görevlendirmiş, ancak Kürt heyetinin temsili niteliği olmadığı anlaşılınca, görüşme sonuçlanmamıştı. (Fransız Dışişleri Bakanlığı arşivi, Kürdistan Dosyası, Cilt 13, s. 12-14’ten aktaran Hasan Yıldız, Belgeleriyle Sevr-Lozan-Musul Üçgeninde Kürdistan, Koral Yayınları, 1991, s. 220-221.)

İNGİLİZ ARŞİVİNDEKİ BELGELER • İkinci iddia, İngiliz Arşivlerinde çalışan Robert Olson’a ait. Olson’a göre 24 Mart 1922 tarihinde, İstanbul’daki Britanya Komiseri Sir Horace Rumbold tarafından Britanya Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a gönderilen bir raporun ekinde, 10 Şubat 1922’de, TBMM’de yapılan bir celsede Kürtlere özerklik verecek 18 maddelik bir kanun hakkında ciddi tartışmalar yapılmıştı.

Horace Rumbold’a göre Meclisteki Kürt asıllı üyeler ki sayılarının 70 civarında olduğu sanılır, kanunda vaat edilenleri yeterli görmemişlerdi. Kürt üyelerden 64’ü ‘hayır’ oyu vereceğini söyleyince, mecliste büyük kargaşa çıkmıştı. Sonunda konu başka oturuma ertelenmişti. Rumbold raporunu, bir daha bu konunun ele alındığını duymadığını belirterek bitiriyordu. Yazının ekinde, 18 maddenin açılımını içeren bir yazı vardı. (The Public Record Office, Foreign Office, 371-778/Eastern E. 3553/96/65, no. 308’den aktaran Robert Olson, Robert Olson, Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları ve Şeyh Said İsyanı, Öz-Ge Yayınları, 1992.)

Kanun teklifinin maddeleri gerçekten çok radikal unsurlar içeriyordu. Ancak böyle bir kanun teklifinden haberim yoktu. Hemen TBMM’nin gizli ve açık celse zabıtlarına baktım. Her ikisinde de 10 Şubat 1922 tarihli bir oturum yoktu. Çünkü o gün Cuma günüydü, yani tatildi. Tarih yanlışlığı olabilir diye bir yıl öncesinin ve bir yıl sonrasının Şubat ayı oturumlarını taradım. 1921 yılında 10 Şubat tarihinde oturum vardı ama orada Kürt özerkliği tartışılmamıştı. İşin ilginç yanı bu iddiayı ortaya atan Robert Olson tartışmayı sadece İngiliz Arşivleri’nde bulduğu mektup ve eki üzerinden yapıyor, buna karşılık meclis zabıtlarına bakıp bakmadığına dair bilgi vermiyordu. Robert Olson’dan alıntı yapan bazı Türk araştırmacılar ise, bu durumun farkına vardıkları için olsa gerek, ‘Türk arşivlerinde hala açıklanmayan pek çok belge var’ notu düşmüşlerdi. Gerçekten de henüz gün ışığına çıkmamış pek çok belge olduğunu biliyorum ancak, benim baktığım zabıtlarda ‘içtima tarihleri’ ve ‘içtima sayıları’ birbirini izlediği için, çok sağlam kanıtlar bulununcaya kadar Robert Olson’un sözünü ettiği ‘özerklik kanunu’ meselesini kuşkuyla karşılamak gerektiğini düşünüyorum. Kürt çevrelerinin de benim gibi kuşkucu olmasını tavsiye ediyorum.

EL CEZİRE KOMUTANLIĞINA TALİMAT • ‘Özerklik’ konusunda TBMM zabıtlarına geçmiş tek olay, 22 Temmuz 1922 tarihinde Meclis’te okunan Kürdistan hakkında Büyük Millet Meclisi Heyetinin Elcezire (Irak) cephesi kumandanlığına yazılmış 15 Temmuz 1922 tarihli talimatıdır. Oldukça uzun bu talimatın Kürtlere özerklikle ilgili bölümlerinde (sade Türkçe ile) şöyle denmektedir:

“1- Aşamalı olarak, bütün ülkede ve geniş ölçekte doğrudan doğruya halk tabakalarının ilgili ve etkili olduğu bir biçimde yerel yönetimlerin oluşturulması iç siyasetimizin gereğidir. Kürtlerle meskûn mıntıkalarda ise, hem iç politikamız ve hem de dış siyasetimiz açısından aşamalı bir yerel yönetim kurulmasını savunmaktayız.

2- Milletlerin kendi kaderlerini bizzat idare etmeleri bütün dünyada kabul edilmiş bir prensiptir. Biz de bu prensibi kabul etmişizdir. Tahmin olunduğuna göre Kürtlerin bu zamana kadar yerel yönetime ilişkin örgütlerini tamamlamış ve başkanlarını ve yetkililerini bu amaç uğruna bizim tarafımızdan kazanılmış olması ve oyları açık ettikleri zaman kendi kaderlerine zaten sahip olduklarını Türkiye Büyük Millet Meclisi idaresinde yaşamaya talip olduklarını ilan etmelidir. Kürdistan’daki bütün çalışmanın bu gayeye dayanan siyasete yöneltilmesi Elcezire kumandanlığına aittir….” Elcezire’nin idaresi ile ilgili üç maddesi daha olan talimatı Mustafa Kemal imzalamış. (TBMM.Gizli Celse Zabıtları, Cilt 3, TBMM Basımevi, 1980, s. 550-551.)

Bu talimatın neden verildiğini soran milletvekillerine önce ‘hükümet işidir’ denilerek cevap verilmek istenmemiş ancak ısrarlar üzerine Nihad Paşa’nın 35 sayfalık gerekçesi okunmuştur. (Gerekçe ve üzerine tartışmalar için bkz. s. 552-574) Burada özetlememe imkan olmayan bu mektupta anlatılanlar ‘özerklik’ kararın gerekçesini açıklamaktan uzaktır. Arka planda o sıralar İngilizlere karşı ikinci kez isyan eden Şeyh Mahmut Berzenci’yi kontrol altına almak isteği vardır. Nitekim, Berzenci bu teklife güvenerek, İngilizlere meydan okumakta ölçüyü kaçırmış sonunda uzlaşmazlığının cezasını Hindistan’a sürülerek ödemiştir.

İZMİT BASIN KONFERANSI • Kürtlere ‘özerklik’ verilmesi ile ilgili şüphesiz en açık belge Mustafa Kemal’in İsmet Paşa ve ekibi Lozan’da ter dökerken, 14 Ocak 1923’de başlayan ve 20 Şubat’a kadar 35 gün süren Batı Anadolu gezisi kapsamında, 16 Ocak akşamı başlayıp 17 Ocak sabahına kadar, İzmit Kasrı’na davet ettiği dönemin ünlü gazetecileriyle yaptığı sohbet toplantısının metinleridir. (Mustafa Kemal’in annesi bu gezi sırasında vefat etmiş, Mustafa Kemal Latife Hanım’la bu gezi sırasında evlenmiştir.)

Vakit’ten Ahmet Emin (Yalman), Tevhid-i Efkar’dan Velit Ebuzziya, İleri’den Suphi Nuri (İleri), Tanin’den İsmail Müştak (Mayakon), Akşam’dan Falih Rıfkı (Atay), İkdam’dan Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), İzmit İleri’den Kılıçzade İsmail Hakkı ve Kızılay Derneği Başkanı Dr. Adnan (Adıvar) ile Halide Edip’in (Adıvar) özel olarak çağrıldığı bu toplantı TBMM’nin yeminli dört katibi tarafından zabıt altına alınmış ancak konuşmaların yayınlanmaması kararlaştırılmıştı. Yine de 20 Ocak 1923’te ‘Mustafa Kemal’in kontrol ve tasvibinden geçtiği anlaşılan bir haber-bildiri yayınlandı. Sohbette alkollü içkilerden Hilafet makamına, azınlıklardan kadın mebuslara kadar 60’ı aşkın konu ele alındığı halde, Nutuk’ta sadece Hilafet’le ilgili bölümleri yer aldı, Kürtlerle, Batı Trakya'yla ve Rusya Türkleriyle ilgili bazı cümleleri neredeyse başından itibaren sansürlendi. Belgenin aslını ise kasalarda saklandı, araştırmacılara açılmadı. Kürtlerle ilgili olarak, aşağıdaki cümleleri okumak için tam 64 yıl bekledik:

“Ahmed Emin Bey - Kürt sorununa temas buyurmuştunuz. Kürtlük sorunu nedir? Bir iç sorun olarak temas buyurursanız çok iyi olur.

Mustafa Kemal - Kürt sorunu bizim yani Türklerin çıkarına olarak da kesinlikle söz konusu olamaz. Çünkü bildiğiniz gibi bizim milli sınırımız içinde var olan Kürt unsurlar o şekilde yerleşmişlerdir ki pek az yerlerde yoğundur. Fakat yoğunluklarını kaybede kaybede ve Türk unsurunun içine gire gire öyle bir sınır doğmuştur ki, Kürtlük adına bir sınır çizmek istersek türlüğü ve Türkiye’yi mahvetmek gerekir. Sözgelimi, Erzurum’a kadar giden Erzincan’a, Sivas’a kadar giden Harput’a kadar giden bir sınır aramak gerekir. Ve hatta Konya çöllerindeki Kürt aşiretlerini de gözden uzak tutmamak gerekir. Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu gereğince zaten bir tür yerel özerklikle oluşacaktır. O halde hangi livanın halkı Kürt ise, o­nlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken o­nları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendilerine ait sorun yaratmaları daima mümkündür. Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin hem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden oluşmuştur ve bu iki unsur, bütün çıkarlarını ve kaderlerini birleştirmişlerdir. Yani o­nlar bilirler ki, bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak doğru olmaz.”

Tahmin edileceği gibi sansürün nedeni, koyu renklerle gösterdiğimiz cümleleriydi. Ancak, sansürü yapanların hatırlamadıkları şey, 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun şuralar yoluyla yerel yönetimlere özerklik veren maddeleri 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’ndan çıkarılmış olduğuydu. Yani Mustafa Kemal vaadini tutmamak için, gerekli önlemleri almıştı. Ama bizim sansürcüler, her ihtimale karşı bu satırları gizli tutmayı tercih etmişlerdi. Şimdi neredeyse tüm Cumhuriyet tarihi boyunca özenle uygulanan sansürün ilginç hikâyesine bakalım.

64 YILDIR KİLİTLİ KASALARDA • Aslında toplantının tam metni, Mustafa Kemal’in iznini aldığını söyleyen Siirt milletvekili Mahmut Soydan tarafından, Milliyet Gazetesi’nde (bugünkü Milliyet değil) 26 Kasım 1929’dan 7 Şubat 1930’a kadar süren 75 bölümlük ‘Gazi ve İnkılap’ dizisinde yayınlanmıştı. Eski devlet bakanlarından Kocaeli milletvekili İsmail Arar da bunlardan yararlanarak 1969’da, Atatürk’ün İzmit Basın Toplantısı (Burçak Yayınevi) adlı bir kitap yayınlamıştı. Arar, kitabının önsözünde “[Bu önemli belge] öyle unutuldu ki Türk Devrim Tarihi Enstitüsü tarafından yayınlanan Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri ve Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri adlı kitaba bile alınmadı” diyordu. Ancak o zaman bilmiyorduk ama meğerse Arar da Kürtlerle ilgili bölümü kitabına almamıştı.

İzmit Basın Konferansı’nın metinlerini bir kez de 1982’de Türk Tarih Kurumu (TTK) bastı. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları adıyla yayımlanan kitabı, Afet İnan’ın kızı Arı İnan yayıma hazırlamıştı. İnan, ‘Anıtkabir Arşivi’nden aldığını söylediği asıllar üzerinden hazırladığı kitabın önsözünde, bu kitabın İsmail Arar’ınki gibi olmadığını, yani ‘noksansız, tam olduğunu’ özenle vurgulamıştı. Ama daha sonra anlayacağımız üzere bu bilgi de doğru değildi. Arı İnan’ın sansürünü, İkibine Doğru dergisi 9-15 Ağustos 1987 tarihli sayısında ‘Gizlenen Belge’ başlığıyla ifşa etmişti. Dergi, bu haber yüzünden toplatılmış ancak, 6 Kasım 1988’de DGM’de beraat edince, Anıtkabir Arşivi’ni kaynak gösterip Konferans metinlerini yayımlamıştı. Derginin muhabirleri bu sansürün nedeni Arı İnan’a sorduklarında ‘henüz bu meseleler halledilmemişken zamanı değil’ cevabını almışlardı. Aynı soruyu, o sırada TTK Başkanı olan Yücel Tanay’a (Tanay kitap basılırken görevde değildi) sorduklarında aldıkları cevap da benzer nitelikteydi: ‘Türkiye’ye karşı olanlara bu dokümanları vermek istemedim çünkü ayrılıkçılığa neden olurdu!’

Noksansız metin, 1993 yılında Doğu Perinçek’in Kaynak Yayınları tarafından Mustafa Kemal Atatürk, Eskişehir-İzmit Konuşmaları, 1923 adlı kitapta (s. 105) yayımlanabildi. Yukarıdaki paragrafı da ancak o zaman okuyabildik. Ancak günümüzde, Kürt çevreleri de kendilerine göre bir sansür uygulayarak Mustafa Kemal’in konuya girişte söylediği “Kürt meselesi, bizim yani Türklerin menfaatine olarak da katiyen mevzubahis olamaz. Çünkü bildiğiniz gibi, bizim milli hudutlarımız dâhilinde Kürt unsurlar öyle yayılmışlardır ki, pek sınırlı yerlerde yoğundurlar. Fakat yoğunluklarını kaybede ede ve Türk unsurların içine gire gire öyle bir hudut ortaya çıkmıştır ki, Kürtlük namına bir hudut çizmek istesek Türklüğü ve Türkiye’yi mahvetmek gerekir” cümlelerini yazılarında kullanmıyorlar.

Başa dönersek, 1923 Ocağında ima edilen bu özerkliğin anlamı nedir? Mustafa Kemal Kürtlere bu vaadi, Lozan’da Musul’un İngilizlerden kopartılamayacağının anlaşıldığı, dolayısıyla Meclis’teki Kürt milletvekillerinin kıyameti koparması ihtimalinin olduğu günlerde yapılmıştır. Özerklik vaadiyle, Kürt muhalefetinin yumuşatılması hedeflenmiş olmalıdır. Peki amaç hasıl olmuş mudur? Pek sayılmaz, ama onun da çaresi bulunmuştur. Hikâyesi aşağıda…

LOZAN’DA KÜRDİSTAN MESELESİ • 21 Kasım 1922 tarihinde, İsviçre’nin Lozan şehrinde başlayan barış görüşmelerin en önemli konularından biri Musul’du. Türkiye’yi, İsmet (İnönü), Dr. Rıza Nur ve Hasan (Saka) başkanlığındaki 27 kişilik heyet temsil ediyordu. Peki Kürtleri bu kadar yakından ilgilendiren bir konuyu tartışan heyette ‘Kürt’ kadrosundan temsilci var mıydı? Görünüşte vardı. Bu kişi Mustafa Kemal tarafından atanan Diyarbakır Milletvekili Zülfü (Tigrel) Bey’di. Zülfü Bey Kürt TBMM’nin, Osmanlı Mebusan Meclisi’nden devraldığı İttihatçı mebuslardandı. 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’nden sonra arkadaşı Diyarbakır Mebusu Pirinçcizade Fevzi Bey’le birlikte Ermeni kırımı suçlusu olarak 15 Ocak 1919’da İngilizler tarafından Mısır’daki Seydibeşir kampına götürülmüş, sürgünden döndükten sonra doğrudan Ankara’ya gelerek TBMM’ye Diyarbakır Milletvekili olarak katılmıştı. Yani, Zülfü Bey Kürt asıllıydı ama Kürt toplumunu temsil eden biri değildi. (İsmail Göldaş, Lozan, Biz Türkler ve Kürtler, Avesta Yayınları, 2000, s. 36-37.)

ET İLE TIRNAK GİBİ • Musul sorununu ele alan alt komisyonlarda, Türk temsilcisi İsmet Bey ile Britanya temsilcisi Lord Curzon günler, aylar boyu birbirine taban tabana zıt görüşleri dile getirmişlerdi. Aslında her iki taraf da Musul’da en büyük grubun Kürtler olduğunu kabul ediyordu ama, Türk delegelerinin temel tezi "Musul Vilayeti'nde çoğunluk Türk (147 bin) ve Kürt’tür (264 bin). Türklerle Kürtler de etle tırnak gibi ayrılmaz unsurlardır” şeklinde iken, İngilizlere göre 425 bin kişilik Kürt topluluğu Musul’da çoğunluğu oluşturmakla birlikte, aynı zamanda 185 bin Arap yaşıyordu ve Musul tarihi olarak bir Arap şehriydi ve Türklerle Kürtler de ‘et ile tırnak’ değildi!

12 Aralık 1922 tarihli oturumda, İsmet İnönü "Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümetidir. Çünkü Kürtlerin gerçek ve meşru temsilcileri Millet Meclisi´ne girmiştir. Türklerin temsilcileriyle aynı ölçüde ülkenin hükümetine ve yönetimine katılmaktadırlar. Kürt halkı ve meşru temsilcileri, Musul Vilayeti’nde oturan kardeşlerinin anayurttan ayrılmasına razı değillerdir" dediğinde, Lord Curzon ‘umarım öyledir’ diye cevap vermişti. Curzon, Kürtlerin Türklerden çok farklı bir halk olduğunu, Musul’da yaşayan hiçbir etnik grubun Türklerle birlikte yaşamak istemediğini düşünüyordu. Bunun kanıtı olarak da Britanya makamlarına yapılan bir dizi şikayeti ve TBMM’de Musul bölgesinden hiç milletvekili bulunmamasını gösteriyordu. Curzon "Ankara’nın Kürt milletvekillerine gelince, onların nasıl seçilmiş olduklarını kendi kendime sormaktayım. Halkoyu ile seçilmiş tek milletvekili var mıdır? Bütün bu insanların doğrudan doğruya atanmış oldukları ve bunlar arasında bir takımının dil bilmedikleri için Meclis’in çalışmalarına katılmadıkları herkesçe bilinmektedir" demişti.

Curzon haklıydı ama Ankara’da manevra çoktu. O zamana dek, Kürtleri Milli Mücadele’ye katılmaya razı etmek için hem özerklik hem de özerk bölgenin kalbi olacağı belli olan Musul’u kurtarma hedefinin canlı tutulması gerekmişti. Ama Mustafa Kemal’in kafasındaki modernleşme projelerine hız vermek için, bir an önce Lozan’ın imzalanmasına ihtiyacı vardı. 6 Mart 1923 tarihinde yapılan ateşli gizli celse görüşmelerde 63 Kürt asıllı milletvekili Musulsuz bir Lozan’a karşı çıkacaklarını belirtince (TBMM GCZ. s. 181-183) bir oldu bittiyle seçimlerin yenilenmesine karar verilmiş, 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması’nı Mustafa Kemal’in elleriyle seçtiği yeni milletvekilleri imzalamıştı. (18 Kasım 2007 tarihli Taraf’ta, ‘Hayali Cihan Değer: Musul’u Almak’ başlıklı yazımda daha ayrıntılı bilgi bulunabilir.) Bu tarihten sonra ‘özerklik’ lafı son kez Ağustos 1924’te, Musul’un ebediyen terk edilmesinin arifesinde ağza alındı, buna da yeri gelince değineceğim.

AYŞE HÜR
TARAF gazetesi

2010-10-10

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ NEDİR?




11 Eylülde uçaklardan birinin çarptığı Pentagon’dan sadece 2 Km ötede bir işyerinde çalışıyordum. Olaydan bir iki hafta sonra çok samimi zannettiğim bir iş arkadaşıma sigara molasında “valla bunun sebebinin birazını da Amerikan dış politikasında aramak lazım” demiştim. Bir hafta sonra büyük patronun tarifi ile “yıldızı yükselen menajer” olmama rağmen işime gerekçesiz (bunlari söylediğim için) son verilmişti.

Yıllar sonra karşılaştığım patronum "Charlie Wilson un Savaşı” filmini daha önce seyretmiş olsaydım hala bizim firmamızda, belkide tepesinde biryerlerde olurdun… üzgünüm” demişti.

Haklıydı.
Türkiyede gösterildimi bilmem ama modern dünya tarihinin akışını değiştiren olaylar bu filmde tüm çıplaklığı ile gösteriliyordu. ABD nin diğer ülkelerde yaptiklarının sonuçları olduğunu anlaması da bu gerçek hayat filminde anlatılıyordu.

NEYİ ANLADI ABD?

1970 lerin sonlarına doğru gidelim…
Soğuk savaş tüm gücü ile her coğrafyada kendini hissettiriyor. Türkiyede MGK da hazırda bekleyen generaller, İranda Şah, Pakistanda Amerikan desteği ile darbe yapan general Ziya Ül Hak. Incirlik, Almanya ve Okinawa daki Amerikan üsleri durmaksızın Sovyet hava sahasinda ajan uçuşları yapıyor. Tüm bu coğrafyanın tam ortasında soğuk savaşın taraflarının bir türlü dikiş tutturamadığı ve en gizli projelerin döndüğü Sovyet Baykonur üssünün dibindeki Afganistan.
Nihayet 1970 lerin başlarında ABD gizlice U2 uçaklarının inebileceği havaalanları planını göze alıp gizlice inşaa etmeye başlıyor.
SSCB için kırmızı çizgi olan bu inşaat fazla gecikmeden, 1979 da Afganistanı işgal etmesine sebep oluyor. Ne yeni bir Viet-Nam’ı nede SSCB ile doğrudan savaşı göze alamayan Amerika olan bitene neredeyse seyirci kalıyor.

SARHOŞ, HOVARDA VE SİLİK BIR ŞAHSİYET OLAN TEXAS MİLLETVEKİLİ CHARLIE WILSON HARİÇ.

1960 lardan beri tarlayı, çiftçiliği, ticareti unutup sürekli savaşan Afganlar bir kere daha silahlarını ellerine alıyorlardı. Fakat bu sefer, islam dünyasında dinsizler manasına gelen komunizmden müslüman bir ülkeyi kurtarmak isteyen yabancılarda Afganların yanında mücadeleye katılıyorlardı. Bu yabancılara Mücahitler deniliyordu.
Eli kolu bağlı olan Amerikalılar gizli operasyonlar ve aracılar aracılığı ile dünyanın her yerinden Mücahitlerin Afganistana akmasını sağlıyorlardı. Elinde şampanya bardağı ile haberleri izlemekten başka birşey yapamayan Charlie Wilson Sovyet helikopterlerinin Mücahitlere yaptığı hasarı gördügünde “bunlarda Stinger füzesi olsa herşey değişir” diyordu.
Işte bu fikir dünyayı değiştirmenin başlangıcı idi.

Ertesi gün CIA in kapısına dayanan Charlie yalvara yalvara bu füzeleri aracılar vasıtası ile nihayet Afganistana gönderebilmişti. Birden koca Sovyet Hava Kuvvetleri çaresiz kalmış, tek uçak kaldırmaya bile cesaret edemez olmuşlardı.
Hava üstünlüğü giden Sovyetlerin o dağlık ülkede Afgan ve Mücahitlerle başetmesi imkansızdı.
Onca masraf ve insan kaynaklarına rağmen SSCB sadece on sene dayandı ve 1989 da Afganistanı terketti. Ardından SSCB iflas etti ve dağıldı.
Ertesi gün o savaşa milyarlarca dolar akıtan Amerika da Afganistanı terketti.
Charlie Wilson “terketmeyin, bir kaç milyon daha harcayın yol, okul yapın, tarım öğretin” diye ABD Senatosuna aylarca yalvardı ama olumlu cevap alamadı.

BU BİR KAÇ MİLYONU HARCAMAK İSTEMEYENLER BİR KAÇ YIL SONRA NEW YORK DAKİ İKİZ KULELER OLAYI İLE BAŞLAYAN TRİLYONLARCA DOLARLIK MASRAFLARA SEBEP OLACAKTI.

Az degil, otuz küsur senedir ABD nin darbeleri, planları, hesapları nedeniyle huzur görmeyen ve fakirlikten kıvranan Afganlar terkedilmiş ve “kullanılmış” hissettiler. Üstelik on binlerle ifade edilecek yabancı Mücahitlerde ortada kalmıştı.
Önce savaşın lideri olan Molla Ömer malum Taliban örgütünü kurup ülkede iktidari ele geçirdi.
Sonra…
Amaçsız, aylak aylak gezen Mücahitler örgütlenerek El Kayda yı kurdular.
Gerisi malum.
***

11 Eylül 2001 sabahı bir ilk okulda öğrencilere konuşan George Bush un kulağına birinin gelip birşeyler fısıldadığı anı hatırlarmısınız? O yüz ifadesi aslında tüm Amerikanın yüz ifadesiydi.
Nerden gelmişti bu adamlar?
Niye yapmışlardı bunu?
Biz ne yaptıkki onlara?

EVET… BİZ NE YAPTIKKİ ONLARA?

İşte Amerikalıların çoğu hala bu sorunun cevabıni bulabilmiş değil. Bırakın onu, Bush hükümeti bile anlayana kadar seneler gececekti.
Oysa cevap basit fakat derindeydi.
Amerika nesillerdir başta müslüman ülkeler olmak üzere o ülkelerdeki krallara, sultanlara, generallere, diktatörlere, babadan-oğula geçen cumhuriyetimsi despotlara yardım edip o ülke halkının ezilmesini, fakirlesmesini eziyet çekmesini sağlıyordu. Işte Iran Şahı, Mısır Sedat ve Mübarek’i, Saddam, Suudiler, Esad ailesi, Ziya Ül Hak gibileri, Pinochet, Ferdinand Markos ve general cenneti Türkiye.
Hükümetin bu gerçeği anlaması, daha doğrusu kabullenmesi bir kaç yıl aldı ama sonuçta dank etti. Içine düştükleri bu bela tahmin edilenden çok çok daha büyüktü. Cünkü sadece müslümanlar değil, Filipinler, Burma, Güney Amerika ülkeleri, Afrika ülkeleri gibi halklarının tamamı aynı yanlış hesabın sonuçlarıyla kıvranıyordu.
Buna son verilmeliydi.
Krallar, diktatörler, generallere destek verilmesi politikalarina son verilmeliydi. Halkın. azınlıklarin, insan haklarının, demokrasinin yesereceği yeni projeler üretilmeliydi.

Bu politikadan bizim generaller de nasibini aldı… Amerikan desteği kuş olup uçtu. Yerine gelen projeyi duyunca bazı generallerimiz Çin-Iran-Rusya ittifaklarından bahseder olmuşlardı.


NEYDİ BU PROJENİN ANA PRENSİPLERİ?

1- Demokrasi kimseyi dışlamayacak haktır. Her politik toplumsal grup kendini özgür, adil ve şeffaf kuruluşlar vasıtasıyla yönetir.
2- Demokrasi her ülkede o ülkenin gerçekleri doğrultusunda fonksiyoneldir. Demokrasinin evrensel olmasındakı ana sebep farklılıkların her toplumda kendine özgü biçimde şekillenmesinin sağlanması ile olur.
3- Amerikanın temel değerleri demokrasiyi desteklemesini gerektirir. Fakat Amerikanın Ortadoğu politikası çoğu zaman çıkarlar için bu değerlerin feda edilmesine neden olmuştur. Amerika sürekli ve istikrarlı biçimde dünya demokrasilerini desteklemelidir.
4- Ortadoğuda demokrasiyi desteklemek Amerikanın uzun vadeli çıkarları için faydalıdır. Mevcut statüko dahilindeki bu diktatorleri desteklemek uzun vadede Amerikanın güvenliği ve çıkarları için risk tasır. Buna karşin, samimi bir sekilde demokrasiyi teşvik etmek ilk anda riskli görünse dahi, özgür ve şeffaf uygulamalar sonuçta şiddet eğilimlerini azaltacaktır.
5- Amerika, Ortadoğudaki demokrasi isteğine tarafsız kalamaz. Amerikanın Ortadoğu ülkelerine her yıl yaptığı milyarlarca dolarlık ekonomik ve askeri yardımlar ABD nin o bölgeye ilgisinin göstergesidir ve bu durumda tarafsız ve ilgisizmiş gibi davranmasını engeller. ABD politik reformlarının sonuçlarını ve davranışlarını dikkatlice gözden geçirmelidir.
6- ABD Ortadoğunun demokratikleşmesi için büyük potansiyele sahiptir. Amerikanın bölgedeki diktatörlere tolere etmesi demokrasiye inancının samimiyetinin sorgulanmasına sebep oluyor. Istikrarlı bir şekilde demokrasiyi desteklemesi bu kötü şöhretinin tamirine sebep olacaktır.
7- Amerika demokrasinin sonuçlarına razı olmalıdır. Kısa dönemde özgür seçimler ABD nin çıkarlarına uymayan bazı hükümetlerin işbaşına gelmesi ile sonuçlanabilir. Her nasıl olursa olsun Amerika bu sonuca saygı göstermelidir. Uzun vadedeki demokratik getiriler ve inanırlık kısa vadedeki hasarları fazlasıyla kapatacaktır.
8- Demokrasi zorla empoze edilemez. Demokrasinin tanıtılması ve hayata geçirilmesi sadece diyalog ve diplomasi gibi barısçıl yöntemlerle olur. ABD bu süreci destekler ve yardım edebilir ama Ortadoğuda demokrasinin yesermesi sadece o ülkelerin kendi iç dinamikleri ile kurulabilir.


PEKİ NEDİR BU PROJENİN İSMİ?

Türkiyede milliyetçi ve muhafazakar kimselerin bize öcü olarak tanıttıkları ve bir Think-Tank tarafından promote edilen BOP yada Büyük Ortdoğu Projesi denilen proje.
Amerikan desteğini kaybeden generallerin, diktatörlerin korkacağı kadar var değilmi?
Haaa. Bir de o meşhur harita var öyle ya!
O harita ortalığı karıştırmak için Ahmet Kaya nin konserine “harita” yaratan bizim Ertuğrul Özkök benzeri bir gazetecinin icadıdır.

2010-10-09

YENi ANAYASADA DiN


Yeni Anayasa yaparken din konusundaki hassasiyetler nasıl olmalı tartışmaları sürüp gidiyor. Oysa çözüm burnumuzun dibinde.

Cemevleri ve Aleviler konusunda devletin ve Anayasanın duruşu nedir?
Hiç.
Doğrusuda budur.

Tanıyormu?
Hayır.
Yasaklıyormu?
Hayır.
Mali yardımda bulunuyormu?
Hayır.
Bağış yapılmasını yasaklıyormu?
Hayır.
Onların inancı memuriyetine engelmi?
Hayır.
Memuriyete girişte özel bir muameleye tabilermi?
Hayır.
Hazineden din adamı temin ediyormu?
Hayır.
Bütçeden Hac, Umre, Kerbela vs propagandasına para ayırıyormu?
Hayır.
Okullarda öğretiliyormu?
Hayır.
vs... vs.

Laik yada seküler devlet dediğin böyle durur.
Inancına sahip çıkan Aleviler yüzlerce senedir bu şartlar altında varlığını sürdürüyorsa, diğer din ve mezhepten olanlarda sürdürebilir.

2010-09-14

MESLEGi : DiN


Florida'da Kuran yakmak isteyen Papaz haberlerini dinleyenler "bu adam kafayi yemis" gibi bir izlenim ediniyor.
Alakasi yok.
Evangelist Teolog/Papaz Terry Jones sadece kotu bir ticaret erbabi.
Nasilmi?

Katoliklerin bagli oldugu Papa/Vatikan gibi bir merkezi olmayan Evangelistler Hiristiyan dininin Protestanlar koluna ait bir alt grubu olustururlar. Evangelist Kiliselerde dahil ABD de tum kiliseler, dini kuruluslar devlet yardim alamazlar, genellikle bagis ve uye yardimi ile varliklarini surdururler.
Bir baska deyisle, ne kadar cok uyen varsa o kadar cok yardim ve bagis alirsin.
Papazlar bu bagislardan gelen parayla bina masraflari dahil diger masraflarini karsilarlar... ve elbetteki kendi maaslarida bu kaynaktan saglanir.

50 kisilik bir kilise... hele hele 250.000 nufuslu bir sehirde bu rakam oldukca ufak bir rakamdir. Ustelik bu 50 kisi duzenli olarak gidip gelmez, duzenli odeme yapmaz, vs.
Ornegin Turkiyede 50 kisinin arada gidip geldigi bir caminin imami devletten maas alamasa vaziyeti ne olur?
Bu adamin durumuda bu.
***

40 senedir papazlik yap ama hala metelige kursun at!
Ne yapsam? Ne yapsam???
Hah buldum... Kuran yakarim.
Oyle ya kutsal kitap yakmak yasak degil.
Ve...
Kuran yakmak acayip tepki ceker...
11 Eylul de duygu somurusu icin mukemmel bir gun...
Muazzam bir kargasa cikar ve kilise dolup tasar.
...fikir bu.

Oylede oldu.
Ama kotu bir isadaminin yapacagi gibi onemli birseyi pek iyi hesabedemedi. Musluman ulkelerden gelecek "resmi" tepkileri bir kenara birakin, Irak ve Afganistanda ABD askerleri sokaklarda dolasiyor. Ama bu olaydan sonra en guvenli denilen sokaklarda dahi dolasamaz olacak, belkide duzinelerle Amerikan askerinin evine tabut icinde donmesi demek olacak.

Amerikan halki zaten prensip olarak kutsal kitaplarin yakilmasi gibi bir olaya iyi gozle bakmaz... ustelik hukumet askerlerin riske girmesini goze alamaz.
Fakat papaz cok kararli gorunuyordu.

Niye vazgecti?
Sozde NY daki cami yerinin degistirilmesi icin kendisine soz verildi.
Yalan.
Devlet, muhtemelen o papaza "getir su defterlerini bi inceleyelim" gibi birsey demistir.
Ve bu "inceleme" diger incelemeler zincirinde sadece baslangic olurdu.
Sonra.
Sonra yasamini yitiren her askerin cenaze toreni o kilisenin onunde yapilabilirdi.
***

Velhasili.
Din ekmek parasi kazanmak icin binlerce yildir varligini surduruyor.
Becerikli eller, zihinler bu ticaretten tarih boyunca epeycede kiyak yasamistir.

Fakat Papaz Terry amcaniz bu isi yuzune gozune bulastirmis gibi gorunuyor.

...simdilik.